10 Kasım 2011 Ulu Önder Atatürk'ü Anma Konuşması

İsmail Hakkı MUSA 10.11.2011
Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün ebediyete intikal edişinin 73. yılını idrak etmekteyiz.

Bugüne değin Atatürk’ü daha çok andığımızı ve yeterince anlamadığımızı, bundan sonra daha çok anlamaya ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum.

Bu vesile ile bir düşünce adamı, büyük bir asker, büyük bir devlet ve siyaset adamı olarak Atatürk ve eseri hakkında daha fazla düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Gerek yurtdışında, gerek yurtiçinde, Atatürk’ün ebediyete intikalini takip eden yıllarda ve günümüzde pek çok yorum yapılmış ve yapılmaktadır. Bütün bu yorumlar elbette Atatürk’ün çok yönlü kişiliğinden kaynaklanmaktadır.

Bu yorumlar çerçevesinde Atatürk’ü Büyük İskender, Napolyon, Wilson ve daha başkaları ile karşılaştıranlar da olmuştur. Atatürk’ü 73. ölüm yıldönümünde anarken, bu yazılan ve söylenenlerin genellikle Büyük Önder’imizi anlamak ve anlatmakta yetersiz ve hatta isabetsiz olduğu kanaatini taşıdığımı belirtmek isterim.

Küresel düzen arayışlarını Büyük İskender’e kadar götürebiliriz. Ancak, karşılaştırıldığı simaların hayal ettiği dünya ile Atatürk’ün tahayyül ettiği dünyayı karşılaştırmak mümkün müdür? Nitekim O’nun karşılaştırıldığı tarihi şahsiyetlerin hemen hemen tamamının eylem haritasını emperyal/kolonyal emeller şekillendirmiştir. Hâlbuki Atatürk, milletinin hürriyeti ve istiklali için mücadele etmiş ve savaşmış bir milli kahramanıdır. Kanaatimizce O’nu temelde farklı kılan, milletinin hürriyetine olan düşkünlüğü ile bu uğurdaki mücadele azmi ve kararlığıdır.

Atatürk bir Devlet, yeni bir Devlet, muassır medeniyeti hedefleyen bir Devlet kurmuş ve milletini bu ideal etrafında yekvücut birleştirmiştir. Bunu yaparken aklı ve ilmi kendisine rehber edinmiştir. Bu anlayış çerçevesinde hareket tarzını, dış politikamızda da önemli bir ilke olarak uygulanan gerçekçilik tayin etmiştir.

Askerlik sanatına olduğu kadar sosyal bilimlere de nüfuz ettiğini gördüğümüz Atatürk’ün, akılcılığın Auguste Comte ekolünde algılandığı şekliyle yetinmediği, bu akımı, çağdaş anlamda mantığı kuran, bilimlerin tasnifinde bugün de referans olarak kabul edilen çerçeveyi tayin eden Farabi’ye kadar götürerek, daha zengin bir içerikte algıladığını söyleyebiliriz.

Kabul etmek gerekir ki, Atatürk’ü ve eserini salt akılcılıkla da kavramak mümkün değildir. Yaşadığı dönemi, istiklal harbini hangi koşullarda yönettiğini, ne tür imkânsızlıklarla mücadele ederek bu Devleti kurduğunu düşündüğümüzde, bu Cumhuriyet projesine giden yoldaki zorlukların sadece akılla değil, Emmanuel Kant’tan günümüze değin pek çok mütefekkirin yetersizliğine işaret edip eleştirdiği akılla değil, ancak sarsılmaz bir inançla, başarıya olan inançla aşılabilmiş olduğunu anlayabiliriz.

Atatürk bir dış politika ve diplomasi ustası olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bu dış politika anlayışı “Yurtta sulh cihanda sulh” deyişinde ifadesini ve derinliğini bulmaktadır. Buna ilk aşamada verebileceğimiz örnek, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu olarak anlayabileceğimiz Lozan Antlaşmasıdır. Bu hususta fazlaca yoruma gerek olmadığı kanaatindeyim. Musul sorunu ile Montrö Boğazlar sözleşmesi de hemen aklımıza gelen örneklerdir. Her iki sorun da mahirane bir diplomasi anlayışıyla, milletimizin uzun vadeli menfaatlerini teminat altına alacak şekilde çözüme kavuşturulmuştur.

Ülkemizin dış politikasına yön veren “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi, 2010’lu yıllarda da etkin biçimde uygulanmaktadır. Bu ilke günümüzdeki tercümesini “Sıfır Sorun Politikası”nda bulmaktadır.

Bu duygularla, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını millet olarak bir kez daha saygıyla, minnetle ve rahmetle anıyor, ruhları şad olsun diyoruz.